Suni Bir İkilik ve Sahte Bir Hikaye; Sakatlık
(Engelliler)
Konuya başımdan geçen kısa bir anıyla girmek
istiyorum. Çok değil, daha birkaç gün önce, edebiyat eleştirmenlerinin oldukça
dikkatini çekeceğini düşündüğüm “Acemi Berduş” kitabının yazarları, aynı
zamanda üniversiteden arkadaşlarım olan Sercan ve Kaan ULUCAK kardeşlerimle ve
ortak arkadaşlarımızdan Zozan ile beraberdim. Bizim Ege Üniversitesi Kampüsü’nün
en meşhur kafelerinden birinde birer çay içelim ve iki satır sohbet edelim
istedik. Bahsedeceğim olay yaşanırken, Zozan ertesi günkü sunumuna hazırlanmak
için aramızdan ayrılmıştı. Saat yanlış hatırlamıyorsam akşam beş civarıydı,
açtım. İçeriye bir şeyler almak için girdim ve girerken o büyük kapının girişindeki,
küçük ve belki de pek kimsenin fark etmediği eşiği fark ettim. Kapının hemen
dışında da ince aralıklı bir mazgal vardı fakat benim Şehrazat’ın (tekerlekli
sandalyem) tekerlekleri rahatlıkla içine girebilecek genişlikteydi. İçeride bir
süre ne yiyeceğime karar vermeye çalışırken, çalışanlarla biraz sohbet ettim.
Yiyecekleri birkaç kez sabırla ve samimi bir iyi niyetle tekrarladılar.
Sonrasında bir çay ve iki poğaça almaya karar verdim. Buraya kadar hiç sorun yoktu.
İstediğim gıda ürünlerini, diğer müşterilerle aynı bedeli ödeyerek satın
aldıktan sonra, oradaki satış personelinin duymaya çok alışık olduğum nazik
teklifi geldi “kendin götürebilir misin, istersen ben getirebilirim?”. Ben tüm
insanların düşünüldüğü, yani tüm insanların düşünülerek hazırlandığı
mekanlarda, aynı anda bir tepsi dolusu çayı tek başıma hiç dökmeden
taşıyabildiğimi daha önce defalarca görmüştüm. Fakat eşikteki saçma çıkıntı ve
hemen dışındaki mazgala baktım, biraz düşündüm ve bu defa götürmemin çok zor
olduğuna karar vererek, satıcının nazik teklifini kabul ettim. Buraya kadar
anlattıklarım, beni yakından tanıyanlar için çok boş ve sıkıcı gelecektir.
Çünkü gün içinde belki ortalama on farklı mekana gidebilen, bir sürü insanla
farklı samimiyet çerçevelerinde rahatlıkla iletişim kurabilen biri olduğumu
düşünerek, bu çay alma ve birinden yardım alma durumunu basite indirgeyebilirler.
Zaten buraya kadar ben de alıştığım durumların dışında hiçbir şey
yaşamadığımdan, pek farklı şeyler düşünmemiştim.
Hikayenin devamında ben arkadaşlarımın oturduğu
masaya geçtim, ve arkamdan tepsiyle görevli kardeşim geldi. Görevli kardeşime
kısaca teşekkür ettikten sonra kapıdaki eşiği ve önündeki mazgalı gösterdim. Ve
bu iki sorun yüzünden onu yormak zorunda kaldığımın altını çizerek, tekrar
teşekkür ettim. Kendisinin bana geri dönüşü ise, bugün bu yazıyı okuyan pek çok
insanın da belki yadırgamayacağı gibi oldu. Gösterdiğim yere nezaketen baktı ve
bana dönüp, “Olsun canım ne olacak, (Sercan ve Kaan’ı göstererek) biz zaten bu
arkadaşlar geldiğinde de yardımcı oluyoruz.” Dedi. Yani “bir çayı bile kendiniz
taşıyamayabilirsiniz, bu bizim için sorun değil, biz taşırız.” mantığıyla beni
ve arkadaşlarımı bu olaydaki özne konumuna getirdi. Meselenin aslı ise öyle
değil, dünyaya biraz farklı gelmiş ve sayıları milyonları aşan bu insanlara,
bir çaylarını bile kendileri taşıyamayacak konuma getiren mekan tasarımları. Ben
de aynı hizmet için aynı ücreti ödeyen diğer tüm müşteriler gibi, mekanlardaki
personel arkadaşlarıma fazladan iş yüklemek istemem. Benim bizzat kendimin veya
herhangi bir eşyamın, hiçbir zorunluluğu yokken kimseye yük olmasını istemem.
Üstelik kendi yapabileceğim işlerin dahi, bu şekilde kamusal mekan tasarımı
hataları yüzünden başkalarına yük olması ve insanların bu yükü, kamusal alanda
değil de benden kaynaklı görmesi, inanın hiç küçümsenecek bir durum değil. Hele
ki böyle olayları her gün, her an, her yerde yaşayabilme ihtimaliniz varsa…
Biraz önce söylediklerimin tekrar altını çizerek
devam etmek istiyorum. Dünyaya biraz farklı gelmiş veya biraz farklı yaşayan
insanları, sayıları milyonları geçerken bile bir çayını taşıtmayacak kadar
soyutlayan bir sistemin içerisinde yaşıyoruz. Öyle ki, bugün engelliler diye
tabir edilen insanların belki de yüzde doksanı, kendi kapasitesinin çok daha
altında kalmaya zorlanıyor. “Eskiden insanlar evlerinden çıkamıyorlardı, şimdi
çay almalarını mı tartışıyoruz?” cümlelerinizi duyar gibiyim. Ancak evden
çıktıktan sonra her an her saniye bir sürü ayrımcılıkla, bir sürü
aşağılanmayla, küçümsenmeyle karşılaşan bir birey olmak; evinde veya kendi
küçük çevresinde kalıp kendi dünyasındaki sorunlarla, sadece kendi dünyasındaki
sorunlarla ilgilenen ve mutlu olmak için çok daha fazla imkana sahip bir birey
olmaktan daha iyi bir şey değil. Yani dış ortam tehlikeli, zararlı, umursamaz,
ayrımcı, dışlayıcı bir tutum içerisindeyken evden çıkmamak tercih meselesi bile
olabilir. Bu noktada tam bu cümleleri yazarken, benden çok daha fazla bedensel
ve maddi imkanlara sahipken evlerinden tercihen hiç çıkmayan arkadaşlarımı
hatırlıyorum.
“Peki mesele tamamen mi suni, tamamen mi kamusal
mekanların ve çevresel koşulların yanlış yapılanmasına bağlı? Yani bütün
kamusal alanlar ve çevresel koşullar düzgün olsaydı, sen yine tekerlekli
sandalyende, yine yürüyemeyen ve yine engelli bir birey olmayacak mıydın? Bırak
bu serzenişleri, bırak bu isyanları, kendini kabullen artık.” Bu cümleler,
yakınlarımdan (cümlelerini duyabileceğim kadar yakınlarımdan) en çok duyduğum
cümleler ve inanın cevapları çok basit. İzin verin açıklamaya çalışayım; Benim
ve benim gibi düşünenlerin sorunu, kendi bedenleriyle ilgili veya kendi
eksiklikleriyle ilgili değil. Bu eksiklikler zaten insan olmanın koşullarından,
yani zaten her insan eksiktir ve eksikliğini bildiği kadar insandır. Eksik
olmak sorun değil, sorun eksik olduğunu bilmemek ve kabullenmemektir. Bu yüzden
böyle bir bedenin veya zihnin eksikliği, bizi insan olmanın anlamlarına
yaklaştıran çok önemli bir avantaj olarak görülmelidir. Ayrıca insan,
eksikliğini ve kimliklerini sahiplenmelidir de. Sahiplenmelidir ki, diğer
insanlar asıl sorunun bu olmadığını görsün.
Birkaç örnekle açıklamama devam etmek istiyorum.
Benim sık sık beraber olduğum arkadaşlarım, yürürken bir basamak geldiğinde
benim yürüyemediğimi unuttukları için durmazlar. Yürür giderler ve sonradan
fark ederler gelemediğimi. Sakatlık hakkında konuşmamıza rağmen, yardıma
ihtiyacım olduğu zamanlarda bile sakat olduğumu unuturlar. Mesela sakatlık
üzerine en çok münazara ettiğim arkadaşlarım, tekerlekli sandalyemi bagaja
koymaları gerektiği halde, benden önce arabama otururlar. Veya arabadan
ineceğimiz zaman tekerlekli sandalyemi bagajdan indirmeleri gerektiği halde,
dümdüz arabadan iner ve benim de kendi kendime inmemi beklerler. Yüz yüze
durup, tekerlekli sandalyemde oturup hatta bir de engellilerle ilgili konular üzerine
konuştuğum insanlar, yani benle konuşurken beni görmelerine ve hatta sıradan
insanlardan daha aşağıya bakıp (oturduğum için ayaktaki bir insan benle
konuşurken başını aşağı eğer) konuşmalarına rağmen, beni asansörsüz bir mekanda
üst kata kahve içmeye çağırabilirler. Bu tamamen yürüyemediğimi unutmalarından
kaynaklanıyor. Yani görüyorsunuz, şartlar bu kadar kötüyken ve biz bu konulara
bu kadar zaman ayırıp kafa yorarken bile, aslında böyle bir ikiliğin ve bu
başkalaşımın suni olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.
Bahsettiğim ayrımcılık bu ülkeyi birbirine katan
sağ-sol ikiliğinden daha az suni ve kürt-türk ikiliğinden daha az yıkıcı
değildir. Hem sadece bu ülkeyle ilgili de değildir. Erkekler, kadınlar diye
basitçe ikiye ayrılan insanoğluna yeni bir tür eklenmiş, bu türe engelliler
denmiştir. Hatta bu yeni tür, cinsiyetle ilişkisi pek olmadığından, diğer iki
türün de birleşmesine sebep olmuş; Normal insanlar ve engelliler ikiliğine
sebep olmuştur. Ve bu normal insanlarla engelliler, hemen her fırsatta
birbirinden ayrılmış, ayrıştırılmış ve birbirlerini anlayamaz konuma
getirilmiştir. Hatta kendilerini bile anlayamayacak durumdadırlar. Yani ne engelli
denen insanların pek çoğu aslında bunun suni bir kavram olduğunun farkında, ne
de normal denen insanların çoğu aslında bunun da gereksiz ve suni bir kavram
olduğunun farkındadır.
Bu ikilik üzerinden, hakları yenen engelli fişi yemiş
insanlar, aslında sermaye için yeni ve henüz çok büyük kısmı keşfedilmemiş
büyük bir sektör oluşturmuş, bu sektör içerisinde de engelliler için bir şeyler
yapıyoruz imajını veren bir çok kurnazı zengin ve tanınmış etmiştir. Ve bu
ikiliği en çok körükleyen de, engelliler için bir şeyler yapıyoruz diyen kişi
ve kuruluşlardır. Engelliler denilen suni kavramın altını çizerek bu insanların
başkalaşmasına katkı sağlamış, ve bu başkalaşım üzerinden göstermelik basit birkaç
organizasyonla kendini normal sanan insanların ilgisini çekmiştir. Sadece
ilgisini de değil, alenen para toplamış veya bu ikiliğin suniliğini bilmeyen
iyi niyetli kendini normal sanan insanların çabalarını da kullanarak büyük
rantlar sağlamıştır.
Bu ikiliğin suni olduğunu açıkça görebileceğiniz
basit bir örnekle yazımı bitirmek istiyorum: Engelli Tuvaletleri. Ben
tekerlekli sandalye kullanan bir birey olarak, sıradan insanlar için yapılmış
tuvaletleri daha rahat kullanıyorum. Bu engelli tuvaletlerinin eksikliğinden
kaynaklanmıyor. Bu benim kişisel rahatlığım ve tercihimdir. Fakat; sadece bu
(sıradan insanlara açık) umumi tuvaletlerde yaşadığım diyalogları yazmaya
kalksam, tüm samimiyetimle itiraf ediyorum rahatlıkla bir kitap olur. İnsanlar
onlarla birlikte işememe bile tepki gösteriyorlar. Engelli tuvaleti var olan
yerlerde, rahatlıkla (saygısızca) benimle çişimi yaparken diyaloga girip, neden
engelli tuvaletini kullanmadığımı sorguluyorlar. Ben de onlara çeşitli cevaplar
veriyorum. Aklıma gelen birkaç basit cevap; “size mi lazımdı?”, “tuvalete
işiyorum üzerinize değil”, “pardon, buranın mükemmel insanlara ait olduğunu
bilmiyordum”, “vardı galiba, neden sordunuz?”, “burada daha rahat ediyorum”.
Şimdi bu tuvalet mevzusunda, engelli denen kardeşlerimin, normal denen insanlar
için yapılmış tuvaletleri kullanamadıklarını, bu yüzden de “engelli tuvaleti”
dedikleri tuvalete ihtiyaç duyduklarını göz ardı etmiyorum. Ancak bu noktanın
suniliği iki soruyla ispatlanabilir;
1.
Engelli denen insanların da erkeği kadını yok mu? Normal
denenler birbirlerinin mahremiyetine girmezken, engelli denenler neden mecbur
kalıyor?
2.
Bütün tuvaletler, herkesin kullanabileceği standartlarda
olsa, engelli tuvaletlerine ihtiyaç olur muydu?
İkinci
sorum her şeyi açıklıyor değil mi? Yani bütün tuvaletler eşit standartlarda ve İkinci
sorum her şeyi açıklıyor değil mi? Yani bütün tuvaletler eşit standartlarda ve herkesin (engelli denenlerin
de)kullanabileceği ölçülerde yapılsaydı, “engelli tuvaleti”kavramına ihtiyaç
olur muydu?
Bu örneği pek çok alana
uyarlayabiliriz. İnsan denen varlık, mutlak eksiklik içerisindedir, hiçbiri tam anlamıyla mükemmel değildir. Eksik olmak insan olmanın bir koşuluyken, ayrıca eksikliği vurgulayacak kavramlara ihtiyaç var mıdır? Tıp ve rehabilitasyon alanı
için vardır ve bu alanlar zaten bu farklılıklara hastalık gözüyle bakarak,
latince isimle kullanmaktadır.
Fakat bir insana; yolda yürürken, okula giderken, otobüste, kafede çay içerken,
hastaneye ziyarete çıktığında, alışverişe gittiğinde hatta ve hatta tuvaletini
yaparken bile “engelli”
demenin bir anlamı var mıdır?