30 Mayıs 2013 Perşembe

Suni Bir İkilik ve Sahte Bir Hikaye; Sakatlık (Engelliler)

Suni Bir İkilik ve Sahte Bir Hikaye; Sakatlık (Engelliler)

                Konuya başımdan geçen kısa bir anıyla girmek istiyorum. Çok değil, daha birkaç gün önce, edebiyat eleştirmenlerinin oldukça dikkatini çekeceğini düşündüğüm “Acemi Berduş” kitabının yazarları, aynı zamanda üniversiteden arkadaşlarım olan Sercan ve Kaan ULUCAK kardeşlerimle ve ortak arkadaşlarımızdan Zozan ile beraberdim. Bizim Ege Üniversitesi Kampüsü’nün en meşhur kafelerinden birinde birer çay içelim ve iki satır sohbet edelim istedik. Bahsedeceğim olay yaşanırken, Zozan ertesi günkü sunumuna hazırlanmak için aramızdan ayrılmıştı. Saat yanlış hatırlamıyorsam akşam beş civarıydı, açtım. İçeriye bir şeyler almak için girdim ve girerken o büyük kapının girişindeki, küçük ve belki de pek kimsenin fark etmediği eşiği fark ettim. Kapının hemen dışında da ince aralıklı bir mazgal vardı fakat benim Şehrazat’ın (tekerlekli sandalyem) tekerlekleri rahatlıkla içine girebilecek genişlikteydi. İçeride bir süre ne yiyeceğime karar vermeye çalışırken, çalışanlarla biraz sohbet ettim. Yiyecekleri birkaç kez sabırla ve samimi bir iyi niyetle tekrarladılar. Sonrasında bir çay ve iki poğaça almaya karar verdim. Buraya kadar hiç sorun yoktu. İstediğim gıda ürünlerini, diğer müşterilerle aynı bedeli ödeyerek satın aldıktan sonra, oradaki satış personelinin duymaya çok alışık olduğum nazik teklifi geldi “kendin götürebilir misin, istersen ben getirebilirim?”. Ben tüm insanların düşünüldüğü, yani tüm insanların düşünülerek hazırlandığı mekanlarda, aynı anda bir tepsi dolusu çayı tek başıma hiç dökmeden taşıyabildiğimi daha önce defalarca görmüştüm. Fakat eşikteki saçma çıkıntı ve hemen dışındaki mazgala baktım, biraz düşündüm ve bu defa götürmemin çok zor olduğuna karar vererek, satıcının nazik teklifini kabul ettim. Buraya kadar anlattıklarım, beni yakından tanıyanlar için çok boş ve sıkıcı gelecektir. Çünkü gün içinde belki ortalama on farklı mekana gidebilen, bir sürü insanla farklı samimiyet çerçevelerinde rahatlıkla iletişim kurabilen biri olduğumu düşünerek, bu çay alma ve birinden yardım alma durumunu basite indirgeyebilirler. Zaten buraya kadar ben de alıştığım durumların dışında hiçbir şey yaşamadığımdan, pek farklı şeyler düşünmemiştim.
                Hikayenin devamında ben arkadaşlarımın oturduğu masaya geçtim, ve arkamdan tepsiyle görevli kardeşim geldi. Görevli kardeşime kısaca teşekkür ettikten sonra kapıdaki eşiği ve önündeki mazgalı gösterdim. Ve bu iki sorun yüzünden onu yormak zorunda kaldığımın altını çizerek, tekrar teşekkür ettim. Kendisinin bana geri dönüşü ise, bugün bu yazıyı okuyan pek çok insanın da belki yadırgamayacağı gibi oldu. Gösterdiğim yere nezaketen baktı ve bana dönüp, “Olsun canım ne olacak, (Sercan ve Kaan’ı göstererek) biz zaten bu arkadaşlar geldiğinde de yardımcı oluyoruz.” Dedi. Yani “bir çayı bile kendiniz taşıyamayabilirsiniz, bu bizim için sorun değil, biz taşırız.” mantığıyla beni ve arkadaşlarımı bu olaydaki özne konumuna getirdi. Meselenin aslı ise öyle değil, dünyaya biraz farklı gelmiş ve sayıları milyonları aşan bu insanlara, bir çaylarını bile kendileri taşıyamayacak konuma getiren mekan tasarımları. Ben de aynı hizmet için aynı ücreti ödeyen diğer tüm müşteriler gibi, mekanlardaki personel arkadaşlarıma fazladan iş yüklemek istemem. Benim bizzat kendimin veya herhangi bir eşyamın, hiçbir zorunluluğu yokken kimseye yük olmasını istemem. Üstelik kendi yapabileceğim işlerin dahi, bu şekilde kamusal mekan tasarımı hataları yüzünden başkalarına yük olması ve insanların bu yükü, kamusal alanda değil de benden kaynaklı görmesi, inanın hiç küçümsenecek bir durum değil. Hele ki böyle olayları her gün, her an, her yerde yaşayabilme ihtimaliniz varsa…

                Biraz önce söylediklerimin tekrar altını çizerek devam etmek istiyorum. Dünyaya biraz farklı gelmiş veya biraz farklı yaşayan insanları, sayıları milyonları geçerken bile bir çayını taşıtmayacak kadar soyutlayan bir sistemin içerisinde yaşıyoruz. Öyle ki, bugün engelliler diye tabir edilen insanların belki de yüzde doksanı, kendi kapasitesinin çok daha altında kalmaya zorlanıyor. “Eskiden insanlar evlerinden çıkamıyorlardı, şimdi çay almalarını mı tartışıyoruz?” cümlelerinizi duyar gibiyim. Ancak evden çıktıktan sonra her an her saniye bir sürü ayrımcılıkla, bir sürü aşağılanmayla, küçümsenmeyle karşılaşan bir birey olmak; evinde veya kendi küçük çevresinde kalıp kendi dünyasındaki sorunlarla, sadece kendi dünyasındaki sorunlarla ilgilenen ve mutlu olmak için çok daha fazla imkana sahip bir birey olmaktan daha iyi bir şey değil. Yani dış ortam tehlikeli, zararlı, umursamaz, ayrımcı, dışlayıcı bir tutum içerisindeyken evden çıkmamak tercih meselesi bile olabilir. Bu noktada tam bu cümleleri yazarken, benden çok daha fazla bedensel ve maddi imkanlara sahipken evlerinden tercihen hiç çıkmayan arkadaşlarımı hatırlıyorum.
                “Peki mesele tamamen mi suni, tamamen mi kamusal mekanların ve çevresel koşulların yanlış yapılanmasına bağlı? Yani bütün kamusal alanlar ve çevresel koşullar düzgün olsaydı, sen yine tekerlekli sandalyende, yine yürüyemeyen ve yine engelli bir birey olmayacak mıydın? Bırak bu serzenişleri, bırak bu isyanları, kendini kabullen artık.” Bu cümleler, yakınlarımdan (cümlelerini duyabileceğim kadar yakınlarımdan) en çok duyduğum cümleler ve inanın cevapları çok basit. İzin verin açıklamaya çalışayım; Benim ve benim gibi düşünenlerin sorunu, kendi bedenleriyle ilgili veya kendi eksiklikleriyle ilgili değil. Bu eksiklikler zaten insan olmanın koşullarından, yani zaten her insan eksiktir ve eksikliğini bildiği kadar insandır. Eksik olmak sorun değil, sorun eksik olduğunu bilmemek ve kabullenmemektir. Bu yüzden böyle bir bedenin veya zihnin eksikliği, bizi insan olmanın anlamlarına yaklaştıran çok önemli bir avantaj olarak görülmelidir. Ayrıca insan, eksikliğini ve kimliklerini sahiplenmelidir de. Sahiplenmelidir ki, diğer insanlar asıl sorunun bu olmadığını görsün.

                Birkaç örnekle açıklamama devam etmek istiyorum. Benim sık sık beraber olduğum arkadaşlarım, yürürken bir basamak geldiğinde benim yürüyemediğimi unuttukları için durmazlar. Yürür giderler ve sonradan fark ederler gelemediğimi. Sakatlık hakkında konuşmamıza rağmen, yardıma ihtiyacım olduğu zamanlarda bile sakat olduğumu unuturlar. Mesela sakatlık üzerine en çok münazara ettiğim arkadaşlarım, tekerlekli sandalyemi bagaja koymaları gerektiği halde, benden önce arabama otururlar. Veya arabadan ineceğimiz zaman tekerlekli sandalyemi bagajdan indirmeleri gerektiği halde, dümdüz arabadan iner ve benim de kendi kendime inmemi beklerler. Yüz yüze durup, tekerlekli sandalyemde oturup hatta bir de engellilerle ilgili konular üzerine konuştuğum insanlar, yani benle konuşurken beni görmelerine ve hatta sıradan insanlardan daha aşağıya bakıp (oturduğum için ayaktaki bir insan benle konuşurken başını aşağı eğer) konuşmalarına rağmen, beni asansörsüz bir mekanda üst kata kahve içmeye çağırabilirler. Bu tamamen yürüyemediğimi unutmalarından kaynaklanıyor. Yani görüyorsunuz, şartlar bu kadar kötüyken ve biz bu konulara bu kadar zaman ayırıp kafa yorarken bile, aslında böyle bir ikiliğin ve bu başkalaşımın suni olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.

                Bahsettiğim ayrımcılık bu ülkeyi birbirine katan sağ-sol ikiliğinden daha az suni ve kürt-türk ikiliğinden daha az yıkıcı değildir. Hem sadece bu ülkeyle ilgili de değildir. Erkekler, kadınlar diye basitçe ikiye ayrılan insanoğluna yeni bir tür eklenmiş, bu türe engelliler denmiştir. Hatta bu yeni tür, cinsiyetle ilişkisi pek olmadığından, diğer iki türün de birleşmesine sebep olmuş; Normal insanlar ve engelliler ikiliğine sebep olmuştur. Ve bu normal insanlarla engelliler, hemen her fırsatta birbirinden ayrılmış, ayrıştırılmış ve birbirlerini anlayamaz konuma getirilmiştir. Hatta kendilerini bile anlayamayacak durumdadırlar. Yani ne engelli denen insanların pek çoğu aslında bunun suni bir kavram olduğunun farkında, ne de normal denen insanların çoğu aslında bunun da gereksiz ve suni bir kavram olduğunun farkındadır.

                Bu ikilik üzerinden, hakları yenen engelli fişi yemiş insanlar, aslında sermaye için yeni ve henüz çok büyük kısmı keşfedilmemiş büyük bir sektör oluşturmuş, bu sektör içerisinde de engelliler için bir şeyler yapıyoruz imajını veren bir çok kurnazı zengin ve tanınmış etmiştir. Ve bu ikiliği en çok körükleyen de, engelliler için bir şeyler yapıyoruz diyen kişi ve kuruluşlardır. Engelliler denilen suni kavramın altını çizerek bu insanların başkalaşmasına katkı sağlamış, ve bu başkalaşım üzerinden göstermelik basit birkaç organizasyonla kendini normal sanan insanların ilgisini çekmiştir. Sadece ilgisini de değil, alenen para toplamış veya bu ikiliğin suniliğini bilmeyen iyi niyetli kendini normal sanan insanların çabalarını da kullanarak büyük rantlar sağlamıştır.

                Bu ikiliğin suni olduğunu açıkça görebileceğiniz basit bir örnekle yazımı bitirmek istiyorum: Engelli Tuvaletleri. Ben tekerlekli sandalye kullanan bir birey olarak, sıradan insanlar için yapılmış tuvaletleri daha rahat kullanıyorum. Bu engelli tuvaletlerinin eksikliğinden kaynaklanmıyor. Bu benim kişisel rahatlığım ve tercihimdir. Fakat; sadece bu (sıradan insanlara açık) umumi tuvaletlerde yaşadığım diyalogları yazmaya kalksam, tüm samimiyetimle itiraf ediyorum rahatlıkla bir kitap olur. İnsanlar onlarla birlikte işememe bile tepki gösteriyorlar. Engelli tuvaleti var olan yerlerde, rahatlıkla (saygısızca) benimle çişimi yaparken diyaloga girip, neden engelli tuvaletini kullanmadığımı sorguluyorlar. Ben de onlara çeşitli cevaplar veriyorum. Aklıma gelen birkaç basit cevap; “size mi lazımdı?”, “tuvalete işiyorum üzerinize değil”, “pardon, buranın mükemmel insanlara ait olduğunu bilmiyordum”, “vardı galiba, neden sordunuz?”, “burada daha rahat ediyorum”. Şimdi bu tuvalet mevzusunda, engelli denen kardeşlerimin, normal denen insanlar için yapılmış tuvaletleri kullanamadıklarını, bu yüzden de “engelli tuvaleti” dedikleri tuvalete ihtiyaç duyduklarını göz ardı etmiyorum. Ancak bu noktanın suniliği iki soruyla ispatlanabilir;
1.      Engelli denen insanların da erkeği kadını yok mu? Normal denenler birbirlerinin mahremiyetine girmezken, engelli denenler neden mecbur kalıyor?
2.      Bütün tuvaletler, herkesin kullanabileceği standartlarda olsa, engelli tuvaletlerine ihtiyaç olur muydu?
                                       İkinci sorum her şeyi açıklıyor değil mi? Yani bütün tuvaletler eşit standartlarda ve  İkinci sorum her şeyi açıklıyor değil mi? Yani bütün tuvaletler eşit standartlarda ve herkesin (engelli denenlerin de)kullanabileceği ölçülerde yapılsaydı, “engelli tuvaleti”kavramına ihtiyaç olur muydu?
                                      Bu örneği pek çok alana uyarlayabiliriz. İnsan denen varlık, mutlak eksiklik içerisindedir, hiçbiri tam anlamıyla mükemmel değildir. Eksik olmak insan olmanın bir koşuluyken, ayrıca eksikliği vurgulayacak kavramlara ihtiyaç var mıdır? Tıp ve rehabilitasyon alanı için vardır ve bu alanlar zaten bu farklılıklara hastalık gözüyle bakarak, latince isimle kullanmaktadır. Fakat bir insana; yolda yürürken, okula giderken, otobüste, kafede çay  içerken, hastaneye ziyarete çıktığında, alışverişe gittiğinde hatta ve hatta tuvaletini yaparken bile “engelli” demenin bir anlamı var mıdır? 

28 Mart 2013 Perşembe

Kendime Ağır Eleştiriler



Sıradan bir birey olarak kendimi bildim bileli (son zamanlarda daha bilinçli ve istekli olmaya çalışarak) sıradan bir birey olduğumu, bana dikte edildiği ve ettirildiği gibi eksik veya fazla biri olmadığımı düşündüm ve ispatlamaya çalıştım. Son bir iki yılı çıkartırsak –ki geriye kalan yıllarıma ben çocukluk zamanlarım diyorum- fazlalıklarım olduğunu kabul ederken, eksikliklerimi popülasyona ve trendlere bağlayarak katiyetle reddediyordum. Ancak şu an her insan gibi, insan olarak ve insan olmanın en önemli koşulu olduğunu düşündüğüm için, en az her insan kadar eksik ve yine en az her insan kadar fazla olduğumu, ve her insan kadar keşfedilmeye ihtiyacım olduğunu düşünüyorum.
Dışarıdan bakıldığında yakın-uzak çevrem ya da kısaca tanıdığını sanan herkes başarılı biri olduğumu söyleyebilir. Fakat son zamanlarda kendi öz keşiflerimden, öz eleştirilerimden ve giderek artan hayat tecrübemden (ne kadar artarsa artsın hep eksik kalacaktır) yola çıkarak dürüstçe söylemeliyim ki, başarılı insan portföyünde olmam gereken veya çok az daha fazla çabayla kolaylıkla olabileceğim mevkilerin ve kendi kapasitemin (en azından fark edebildiğim ve çokça insan tarafından söylendiği kadarının) çok gerisindeyim.
Ancak etrafımda kendimle kıyaslayabileceğim veya toplumun benimle kıyasladığı insanlara toplumsal gerçekçilik çerçevesinde baktığım zaman bu başarılı insan profilini kabul etmek zorundayım. Yine de bugüne kadar özgeçmişimde var olan ve beni başarılı biri statüsünde anılmaya zorlayan ne varsa bunlara sanıldığı kadar zor ulaşmadım. Yaptığım sporda doğuştan gelen bazı avantajlarım olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ayrıca ilgilendiğim ve beni başarılı yapan tüm alanlarda rakiplerimin az olması, ve var olanların da benim kadar şanslı olmaması sebebiyle dışarıdan yakıştırıldığı gibi üstün azimle ve çalışma aşkıyla var olamadım.
Evet uzun zamandır sürdürdüğüm savaş sonrasında vardığım nokta kesinlikle herkes kadar sıradan biri olduğum. Bir insan olduğum demiyorum çünkü, insan olmak –olabilmek- doğuştan gelen  bir güdü veya beden safsatası değil oldukça önemli ve mühim bir meseledir. Şimdi insan olmak mevzusunun derinlerine inmeyeceğim. Ancak bu özeleştiriden çıkartmamızı istediğim bazı sonuçlar var. Dışarıdan bana dayatıldığı haliyle eksik biri olmadığım gibi, yine üzerime yakıştırıldığı gibi herhangi birinden herhangi bir anlamda üstün de değilim. Bir basketbol dâhisi değilim hatta hiç değilim. İyi bir öğrenci değilim hiç de olamadım. Sportif başarısı dillere destan bir sporcu hiç değilim, yanından bile geçmem. Sandığınız gibi aşırı azimli, azmiyle başta -kendi gibi olanlara?!- örnek teşkil edecek biriyle alakam yok. Aksine uyuşuk ve tembel yapıda olduğumu söylersek görece daha doğru olur. Allah’ın (c.c.) meleklerinden veya sabır taşı kıldıklarından da değilim. Böyle mertebeler pek çoğunuzdan daha uzak hayal ötesi konumdalar. Hatta tam aksine, hatırı sayılır günahlarım, eksik ibadetlerim ve belki dünyanın yüzde sekseninden (ihtimal daha fazlasından) daha eğlenceli ve tatmin edici yaşam şartlarına sahibim diyebilirim.
İnsanlar hayatım boyunca önce eksik biri olduğumu vurgulayarak ve sonra da bu eksiklik üzerinden zıt anlamlar yükleyerek gözlerinde yüceltmeye çalıştı. Eğer sıradan biri olduğumu düşünemiyor olsaydım, şu an gecenin üçünde tüm bunlardan duyduğum rahatsızlığı kağıda dökmenin huzurunu aramak yerine; kendi hayal dünyasında yaşayan çok mutlu ve ılımlı bir birey olabilirdim. Eğer kendini sıradan görüp, bana karşı bahsettiğim düşünceleri besleyen diğer (sizin değiminizle “normal”) insanlardan olsaydım; böylesine eksik birinin ya benden üstün olmasına kızar, kendimle savaşırdım. Ya da benden şanslı olmasına bağlar tanrıyla savaşırdım.
Anafikir; Sakatlar eksik değildir. Kimse üstün değildir. Üstünlük insanlar için konuşabileceğimiz bir kavramsa, bunun sakatlıkla hiçbir ilişkisi yoktur. İnsanlara sakat dedikten sonra böylesine yüceltmeye devam ederseniz, içinizde ya gizli kıskançlık ve öfke, ya da eğer gururunuz yoksa sıradan bir boşvermişlik kalır.
22.03.2013
03:10