30 Mayıs 2013 Perşembe

Suni Bir İkilik ve Sahte Bir Hikaye; Sakatlık (Engelliler)

Suni Bir İkilik ve Sahte Bir Hikaye; Sakatlık (Engelliler)

                Konuya başımdan geçen kısa bir anıyla girmek istiyorum. Çok değil, daha birkaç gün önce, edebiyat eleştirmenlerinin oldukça dikkatini çekeceğini düşündüğüm “Acemi Berduş” kitabının yazarları, aynı zamanda üniversiteden arkadaşlarım olan Sercan ve Kaan ULUCAK kardeşlerimle ve ortak arkadaşlarımızdan Zozan ile beraberdim. Bizim Ege Üniversitesi Kampüsü’nün en meşhur kafelerinden birinde birer çay içelim ve iki satır sohbet edelim istedik. Bahsedeceğim olay yaşanırken, Zozan ertesi günkü sunumuna hazırlanmak için aramızdan ayrılmıştı. Saat yanlış hatırlamıyorsam akşam beş civarıydı, açtım. İçeriye bir şeyler almak için girdim ve girerken o büyük kapının girişindeki, küçük ve belki de pek kimsenin fark etmediği eşiği fark ettim. Kapının hemen dışında da ince aralıklı bir mazgal vardı fakat benim Şehrazat’ın (tekerlekli sandalyem) tekerlekleri rahatlıkla içine girebilecek genişlikteydi. İçeride bir süre ne yiyeceğime karar vermeye çalışırken, çalışanlarla biraz sohbet ettim. Yiyecekleri birkaç kez sabırla ve samimi bir iyi niyetle tekrarladılar. Sonrasında bir çay ve iki poğaça almaya karar verdim. Buraya kadar hiç sorun yoktu. İstediğim gıda ürünlerini, diğer müşterilerle aynı bedeli ödeyerek satın aldıktan sonra, oradaki satış personelinin duymaya çok alışık olduğum nazik teklifi geldi “kendin götürebilir misin, istersen ben getirebilirim?”. Ben tüm insanların düşünüldüğü, yani tüm insanların düşünülerek hazırlandığı mekanlarda, aynı anda bir tepsi dolusu çayı tek başıma hiç dökmeden taşıyabildiğimi daha önce defalarca görmüştüm. Fakat eşikteki saçma çıkıntı ve hemen dışındaki mazgala baktım, biraz düşündüm ve bu defa götürmemin çok zor olduğuna karar vererek, satıcının nazik teklifini kabul ettim. Buraya kadar anlattıklarım, beni yakından tanıyanlar için çok boş ve sıkıcı gelecektir. Çünkü gün içinde belki ortalama on farklı mekana gidebilen, bir sürü insanla farklı samimiyet çerçevelerinde rahatlıkla iletişim kurabilen biri olduğumu düşünerek, bu çay alma ve birinden yardım alma durumunu basite indirgeyebilirler. Zaten buraya kadar ben de alıştığım durumların dışında hiçbir şey yaşamadığımdan, pek farklı şeyler düşünmemiştim.
                Hikayenin devamında ben arkadaşlarımın oturduğu masaya geçtim, ve arkamdan tepsiyle görevli kardeşim geldi. Görevli kardeşime kısaca teşekkür ettikten sonra kapıdaki eşiği ve önündeki mazgalı gösterdim. Ve bu iki sorun yüzünden onu yormak zorunda kaldığımın altını çizerek, tekrar teşekkür ettim. Kendisinin bana geri dönüşü ise, bugün bu yazıyı okuyan pek çok insanın da belki yadırgamayacağı gibi oldu. Gösterdiğim yere nezaketen baktı ve bana dönüp, “Olsun canım ne olacak, (Sercan ve Kaan’ı göstererek) biz zaten bu arkadaşlar geldiğinde de yardımcı oluyoruz.” Dedi. Yani “bir çayı bile kendiniz taşıyamayabilirsiniz, bu bizim için sorun değil, biz taşırız.” mantığıyla beni ve arkadaşlarımı bu olaydaki özne konumuna getirdi. Meselenin aslı ise öyle değil, dünyaya biraz farklı gelmiş ve sayıları milyonları aşan bu insanlara, bir çaylarını bile kendileri taşıyamayacak konuma getiren mekan tasarımları. Ben de aynı hizmet için aynı ücreti ödeyen diğer tüm müşteriler gibi, mekanlardaki personel arkadaşlarıma fazladan iş yüklemek istemem. Benim bizzat kendimin veya herhangi bir eşyamın, hiçbir zorunluluğu yokken kimseye yük olmasını istemem. Üstelik kendi yapabileceğim işlerin dahi, bu şekilde kamusal mekan tasarımı hataları yüzünden başkalarına yük olması ve insanların bu yükü, kamusal alanda değil de benden kaynaklı görmesi, inanın hiç küçümsenecek bir durum değil. Hele ki böyle olayları her gün, her an, her yerde yaşayabilme ihtimaliniz varsa…

                Biraz önce söylediklerimin tekrar altını çizerek devam etmek istiyorum. Dünyaya biraz farklı gelmiş veya biraz farklı yaşayan insanları, sayıları milyonları geçerken bile bir çayını taşıtmayacak kadar soyutlayan bir sistemin içerisinde yaşıyoruz. Öyle ki, bugün engelliler diye tabir edilen insanların belki de yüzde doksanı, kendi kapasitesinin çok daha altında kalmaya zorlanıyor. “Eskiden insanlar evlerinden çıkamıyorlardı, şimdi çay almalarını mı tartışıyoruz?” cümlelerinizi duyar gibiyim. Ancak evden çıktıktan sonra her an her saniye bir sürü ayrımcılıkla, bir sürü aşağılanmayla, küçümsenmeyle karşılaşan bir birey olmak; evinde veya kendi küçük çevresinde kalıp kendi dünyasındaki sorunlarla, sadece kendi dünyasındaki sorunlarla ilgilenen ve mutlu olmak için çok daha fazla imkana sahip bir birey olmaktan daha iyi bir şey değil. Yani dış ortam tehlikeli, zararlı, umursamaz, ayrımcı, dışlayıcı bir tutum içerisindeyken evden çıkmamak tercih meselesi bile olabilir. Bu noktada tam bu cümleleri yazarken, benden çok daha fazla bedensel ve maddi imkanlara sahipken evlerinden tercihen hiç çıkmayan arkadaşlarımı hatırlıyorum.
                “Peki mesele tamamen mi suni, tamamen mi kamusal mekanların ve çevresel koşulların yanlış yapılanmasına bağlı? Yani bütün kamusal alanlar ve çevresel koşullar düzgün olsaydı, sen yine tekerlekli sandalyende, yine yürüyemeyen ve yine engelli bir birey olmayacak mıydın? Bırak bu serzenişleri, bırak bu isyanları, kendini kabullen artık.” Bu cümleler, yakınlarımdan (cümlelerini duyabileceğim kadar yakınlarımdan) en çok duyduğum cümleler ve inanın cevapları çok basit. İzin verin açıklamaya çalışayım; Benim ve benim gibi düşünenlerin sorunu, kendi bedenleriyle ilgili veya kendi eksiklikleriyle ilgili değil. Bu eksiklikler zaten insan olmanın koşullarından, yani zaten her insan eksiktir ve eksikliğini bildiği kadar insandır. Eksik olmak sorun değil, sorun eksik olduğunu bilmemek ve kabullenmemektir. Bu yüzden böyle bir bedenin veya zihnin eksikliği, bizi insan olmanın anlamlarına yaklaştıran çok önemli bir avantaj olarak görülmelidir. Ayrıca insan, eksikliğini ve kimliklerini sahiplenmelidir de. Sahiplenmelidir ki, diğer insanlar asıl sorunun bu olmadığını görsün.

                Birkaç örnekle açıklamama devam etmek istiyorum. Benim sık sık beraber olduğum arkadaşlarım, yürürken bir basamak geldiğinde benim yürüyemediğimi unuttukları için durmazlar. Yürür giderler ve sonradan fark ederler gelemediğimi. Sakatlık hakkında konuşmamıza rağmen, yardıma ihtiyacım olduğu zamanlarda bile sakat olduğumu unuturlar. Mesela sakatlık üzerine en çok münazara ettiğim arkadaşlarım, tekerlekli sandalyemi bagaja koymaları gerektiği halde, benden önce arabama otururlar. Veya arabadan ineceğimiz zaman tekerlekli sandalyemi bagajdan indirmeleri gerektiği halde, dümdüz arabadan iner ve benim de kendi kendime inmemi beklerler. Yüz yüze durup, tekerlekli sandalyemde oturup hatta bir de engellilerle ilgili konular üzerine konuştuğum insanlar, yani benle konuşurken beni görmelerine ve hatta sıradan insanlardan daha aşağıya bakıp (oturduğum için ayaktaki bir insan benle konuşurken başını aşağı eğer) konuşmalarına rağmen, beni asansörsüz bir mekanda üst kata kahve içmeye çağırabilirler. Bu tamamen yürüyemediğimi unutmalarından kaynaklanıyor. Yani görüyorsunuz, şartlar bu kadar kötüyken ve biz bu konulara bu kadar zaman ayırıp kafa yorarken bile, aslında böyle bir ikiliğin ve bu başkalaşımın suni olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.

                Bahsettiğim ayrımcılık bu ülkeyi birbirine katan sağ-sol ikiliğinden daha az suni ve kürt-türk ikiliğinden daha az yıkıcı değildir. Hem sadece bu ülkeyle ilgili de değildir. Erkekler, kadınlar diye basitçe ikiye ayrılan insanoğluna yeni bir tür eklenmiş, bu türe engelliler denmiştir. Hatta bu yeni tür, cinsiyetle ilişkisi pek olmadığından, diğer iki türün de birleşmesine sebep olmuş; Normal insanlar ve engelliler ikiliğine sebep olmuştur. Ve bu normal insanlarla engelliler, hemen her fırsatta birbirinden ayrılmış, ayrıştırılmış ve birbirlerini anlayamaz konuma getirilmiştir. Hatta kendilerini bile anlayamayacak durumdadırlar. Yani ne engelli denen insanların pek çoğu aslında bunun suni bir kavram olduğunun farkında, ne de normal denen insanların çoğu aslında bunun da gereksiz ve suni bir kavram olduğunun farkındadır.

                Bu ikilik üzerinden, hakları yenen engelli fişi yemiş insanlar, aslında sermaye için yeni ve henüz çok büyük kısmı keşfedilmemiş büyük bir sektör oluşturmuş, bu sektör içerisinde de engelliler için bir şeyler yapıyoruz imajını veren bir çok kurnazı zengin ve tanınmış etmiştir. Ve bu ikiliği en çok körükleyen de, engelliler için bir şeyler yapıyoruz diyen kişi ve kuruluşlardır. Engelliler denilen suni kavramın altını çizerek bu insanların başkalaşmasına katkı sağlamış, ve bu başkalaşım üzerinden göstermelik basit birkaç organizasyonla kendini normal sanan insanların ilgisini çekmiştir. Sadece ilgisini de değil, alenen para toplamış veya bu ikiliğin suniliğini bilmeyen iyi niyetli kendini normal sanan insanların çabalarını da kullanarak büyük rantlar sağlamıştır.

                Bu ikiliğin suni olduğunu açıkça görebileceğiniz basit bir örnekle yazımı bitirmek istiyorum: Engelli Tuvaletleri. Ben tekerlekli sandalye kullanan bir birey olarak, sıradan insanlar için yapılmış tuvaletleri daha rahat kullanıyorum. Bu engelli tuvaletlerinin eksikliğinden kaynaklanmıyor. Bu benim kişisel rahatlığım ve tercihimdir. Fakat; sadece bu (sıradan insanlara açık) umumi tuvaletlerde yaşadığım diyalogları yazmaya kalksam, tüm samimiyetimle itiraf ediyorum rahatlıkla bir kitap olur. İnsanlar onlarla birlikte işememe bile tepki gösteriyorlar. Engelli tuvaleti var olan yerlerde, rahatlıkla (saygısızca) benimle çişimi yaparken diyaloga girip, neden engelli tuvaletini kullanmadığımı sorguluyorlar. Ben de onlara çeşitli cevaplar veriyorum. Aklıma gelen birkaç basit cevap; “size mi lazımdı?”, “tuvalete işiyorum üzerinize değil”, “pardon, buranın mükemmel insanlara ait olduğunu bilmiyordum”, “vardı galiba, neden sordunuz?”, “burada daha rahat ediyorum”. Şimdi bu tuvalet mevzusunda, engelli denen kardeşlerimin, normal denen insanlar için yapılmış tuvaletleri kullanamadıklarını, bu yüzden de “engelli tuvaleti” dedikleri tuvalete ihtiyaç duyduklarını göz ardı etmiyorum. Ancak bu noktanın suniliği iki soruyla ispatlanabilir;
1.      Engelli denen insanların da erkeği kadını yok mu? Normal denenler birbirlerinin mahremiyetine girmezken, engelli denenler neden mecbur kalıyor?
2.      Bütün tuvaletler, herkesin kullanabileceği standartlarda olsa, engelli tuvaletlerine ihtiyaç olur muydu?
                                       İkinci sorum her şeyi açıklıyor değil mi? Yani bütün tuvaletler eşit standartlarda ve  İkinci sorum her şeyi açıklıyor değil mi? Yani bütün tuvaletler eşit standartlarda ve herkesin (engelli denenlerin de)kullanabileceği ölçülerde yapılsaydı, “engelli tuvaleti”kavramına ihtiyaç olur muydu?
                                      Bu örneği pek çok alana uyarlayabiliriz. İnsan denen varlık, mutlak eksiklik içerisindedir, hiçbiri tam anlamıyla mükemmel değildir. Eksik olmak insan olmanın bir koşuluyken, ayrıca eksikliği vurgulayacak kavramlara ihtiyaç var mıdır? Tıp ve rehabilitasyon alanı için vardır ve bu alanlar zaten bu farklılıklara hastalık gözüyle bakarak, latince isimle kullanmaktadır. Fakat bir insana; yolda yürürken, okula giderken, otobüste, kafede çay  içerken, hastaneye ziyarete çıktığında, alışverişe gittiğinde hatta ve hatta tuvaletini yaparken bile “engelli” demenin bir anlamı var mıdır? 

28 Mart 2013 Perşembe

Kendime Ağır Eleştiriler



Sıradan bir birey olarak kendimi bildim bileli (son zamanlarda daha bilinçli ve istekli olmaya çalışarak) sıradan bir birey olduğumu, bana dikte edildiği ve ettirildiği gibi eksik veya fazla biri olmadığımı düşündüm ve ispatlamaya çalıştım. Son bir iki yılı çıkartırsak –ki geriye kalan yıllarıma ben çocukluk zamanlarım diyorum- fazlalıklarım olduğunu kabul ederken, eksikliklerimi popülasyona ve trendlere bağlayarak katiyetle reddediyordum. Ancak şu an her insan gibi, insan olarak ve insan olmanın en önemli koşulu olduğunu düşündüğüm için, en az her insan kadar eksik ve yine en az her insan kadar fazla olduğumu, ve her insan kadar keşfedilmeye ihtiyacım olduğunu düşünüyorum.
Dışarıdan bakıldığında yakın-uzak çevrem ya da kısaca tanıdığını sanan herkes başarılı biri olduğumu söyleyebilir. Fakat son zamanlarda kendi öz keşiflerimden, öz eleştirilerimden ve giderek artan hayat tecrübemden (ne kadar artarsa artsın hep eksik kalacaktır) yola çıkarak dürüstçe söylemeliyim ki, başarılı insan portföyünde olmam gereken veya çok az daha fazla çabayla kolaylıkla olabileceğim mevkilerin ve kendi kapasitemin (en azından fark edebildiğim ve çokça insan tarafından söylendiği kadarının) çok gerisindeyim.
Ancak etrafımda kendimle kıyaslayabileceğim veya toplumun benimle kıyasladığı insanlara toplumsal gerçekçilik çerçevesinde baktığım zaman bu başarılı insan profilini kabul etmek zorundayım. Yine de bugüne kadar özgeçmişimde var olan ve beni başarılı biri statüsünde anılmaya zorlayan ne varsa bunlara sanıldığı kadar zor ulaşmadım. Yaptığım sporda doğuştan gelen bazı avantajlarım olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ayrıca ilgilendiğim ve beni başarılı yapan tüm alanlarda rakiplerimin az olması, ve var olanların da benim kadar şanslı olmaması sebebiyle dışarıdan yakıştırıldığı gibi üstün azimle ve çalışma aşkıyla var olamadım.
Evet uzun zamandır sürdürdüğüm savaş sonrasında vardığım nokta kesinlikle herkes kadar sıradan biri olduğum. Bir insan olduğum demiyorum çünkü, insan olmak –olabilmek- doğuştan gelen  bir güdü veya beden safsatası değil oldukça önemli ve mühim bir meseledir. Şimdi insan olmak mevzusunun derinlerine inmeyeceğim. Ancak bu özeleştiriden çıkartmamızı istediğim bazı sonuçlar var. Dışarıdan bana dayatıldığı haliyle eksik biri olmadığım gibi, yine üzerime yakıştırıldığı gibi herhangi birinden herhangi bir anlamda üstün de değilim. Bir basketbol dâhisi değilim hatta hiç değilim. İyi bir öğrenci değilim hiç de olamadım. Sportif başarısı dillere destan bir sporcu hiç değilim, yanından bile geçmem. Sandığınız gibi aşırı azimli, azmiyle başta -kendi gibi olanlara?!- örnek teşkil edecek biriyle alakam yok. Aksine uyuşuk ve tembel yapıda olduğumu söylersek görece daha doğru olur. Allah’ın (c.c.) meleklerinden veya sabır taşı kıldıklarından da değilim. Böyle mertebeler pek çoğunuzdan daha uzak hayal ötesi konumdalar. Hatta tam aksine, hatırı sayılır günahlarım, eksik ibadetlerim ve belki dünyanın yüzde sekseninden (ihtimal daha fazlasından) daha eğlenceli ve tatmin edici yaşam şartlarına sahibim diyebilirim.
İnsanlar hayatım boyunca önce eksik biri olduğumu vurgulayarak ve sonra da bu eksiklik üzerinden zıt anlamlar yükleyerek gözlerinde yüceltmeye çalıştı. Eğer sıradan biri olduğumu düşünemiyor olsaydım, şu an gecenin üçünde tüm bunlardan duyduğum rahatsızlığı kağıda dökmenin huzurunu aramak yerine; kendi hayal dünyasında yaşayan çok mutlu ve ılımlı bir birey olabilirdim. Eğer kendini sıradan görüp, bana karşı bahsettiğim düşünceleri besleyen diğer (sizin değiminizle “normal”) insanlardan olsaydım; böylesine eksik birinin ya benden üstün olmasına kızar, kendimle savaşırdım. Ya da benden şanslı olmasına bağlar tanrıyla savaşırdım.
Anafikir; Sakatlar eksik değildir. Kimse üstün değildir. Üstünlük insanlar için konuşabileceğimiz bir kavramsa, bunun sakatlıkla hiçbir ilişkisi yoktur. İnsanlara sakat dedikten sonra böylesine yüceltmeye devam ederseniz, içinizde ya gizli kıskançlık ve öfke, ya da eğer gururunuz yoksa sıradan bir boşvermişlik kalır.
22.03.2013
03:10

31 Aralık 2012 Pazartesi

Birkaç büyük yanlış

1. Engel 'siz' değilsiniz
      Engellilik en az %85 oranında devletin ve yasaların sorunudur. Her vatandaşının haklarını eşit derecede korumak zorunda olan devlet, iş gücü kaybı ve/ya sorunlu bedenleri olan vatandaşları için de aynı sorumluluğa sahiptir. Üretim bedensel de zihinsel de olabilir. Bu açıdan, bireyin hem bedensel hem zihinsel yeti kaybı aynı anda değilse (ki 8.5 milyon sakat'ın en fazla 10.000'i böyledir) üretime dahil edilebilir. Bahsettiğim gibi olanlar ise gelişmiş ülkelerdeki gibi, devletin karşılayacağı bakıcı giderleri ve bakım giderleri ile hayatlarını bağımsız bir biçimde idame ettirebilir. Sakatlığın birey dışında kalan tüm kısmından devlet sorumludur ve bireyler, devletin tutumlarıyla kendi tutumlarını şekillendirir. Mesela; Engelli plakalı araçlar için ayrılmış alanlara veya rampa önlerine park etmiş araçların park cezası 2000 lira olursa kimse oralara park etmez. Ancak şu anki uygulama, herkesin bu yerlere park etmesini destekliyor gibi...

2. Sosyal sorumluluk projeleri ve engellilik


      Irkçılığın hakim olduğu bir ülkede, zenciler için sosyal sorumluluk projeleri üretmek... İnsanlık haklarını elinden alıp, El sanatları kursu ile, daktilo kursu ile, spor ile, plastik mavi kapaklar ile zencileri topluma kazandırmaya çalışmak ne kadar anlamlıdır?

" Siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz, biz ise ortadan kaldırılmış yoksulluk." Victor Hugo

" Siz yardım edilmiş sakatlar istiyorsunuz, biz ise ortadan kaldırılmış sakatlık." Haktan Özünver


       Yani şunu söylemek istiyorum; Siz insanlarınızın bir kısmını (bilinen rakamlar toplam nüfusun neredeyse %10'una işaret ediyor) engelli diye fişlerken; Bu insanların eğitim haklarını, ulaşım haklarını, çalışma haklarını, sosyal ihtiyaç haklarını, sağlık haklarını, temel yaşam haklarını, ibadet haklarını, vatandaşlık haklarını ve daha sayabileceğim bir çok insanlık haklarını hem birbirleriyle bağlantılı hem de doğrudan ellerinden alırken, bu insanları tekrar topluma kazandırmak için yine devlet eliyle veya devlet desteğiyle projeler yapılıyor. 


      Hatta bu insanları toplum kazandırmak adı altında yapılan projelerin pek çoğu, hatta en kapsamlıları en büyük organizasyonları bile, pek çok insanın sülalesine yetecek kadar cebini dolduruyor. Sorsanız, bu organizasyonlar bir sürü hizmet ediyorlar. Hizmetleri de nedir biliyor musunuz? Topluyorlar 3-5 sakat, götürüyorlar bir gazinoya, veya bir mangal düzenliyorlar ve eğlence organizasyonları yapıyorlar. Bu hizmetlerinden de üyelerinin hepsi memnundur. Çünkü o insanlar hayatları boyunca dışlanıyor, soyutlanıyor, mutantlaştırılıyor. Çoğu yalnız başına ve çoğu her şeyi unutup eğlenmeye can atıyor. Fırsat zaten bulamıyor. Yani sorsanız bu insanlar mutludur. Ancak; bu insanları bir araya sırf eğlendirmek için toplayıp, eğlenmelerini sağlayarak nereye varabiliriz? Neden bu insanlar da diğer insanlarla aynı yolları kullanarak eğlenemiyorlar? Neden bunu sorgulamıyoruz?
    

      Engelliler için sosyal sorumluluk projeleri yapmak, doğru ve faydalı bir çaba değildir. Belki bu çabayla doğrudan ulaştığınız insanlar bir nebze fayda gördüklerine inanabilir ancak asıl sağlanması gereken fayda da bunlar değildir. Bu insanlar için bir şeyler yapmak bireysel olarak kimsenin sorumluluğu da değildir, zaten bu insanların yaşadığı sorunlar da sokak hayvanlarının sorunları gibi değildir. Yani bu bir vicdan meselesi, duyarlılık meselesi değil. Bu bir hak arama meselesi olmalıdır ve bu insanlar kendi kendilerine eğlenmek, birbirleriyle sosyalleşmek için değil, haklarını aramak için bir araya gelmelidirler. Ve insanlık adına, insanlık bilincini taşıyan her insan da, bu insanlara bu çabalarında yardımcı olmalıdır. Kapak toplayarak değil.

3. Pozitif ayrımcılık zırvası

Dışlamanın, fişlemenin, sakatlamanın meşrulaştırılmasını en çok kolaylaştıran, Ayrımcılığın en sahte yüzü; Pozitif ayrımcılıktır.

Toplumsal sınıflandırmanın çizgilerini kalınlaştırmak için alttan alttan çalışan, insanlara suçluluk duygusuyla vicdanlarını hissettirip, aralarındaki farklılıkları hiç hissettirmeden gözlerine sokan yegane yol; Pozitif ayrımcılık.


4. Her sağlam bir engelli adayıdır
5. Kapak toplama mevzusu

sakatlığın nedenleri ve klişelerin çirkin yüzü

Sakatlık. Yeni tabiriyle engellilik. Engellilik nedir? Hiç düşündünüz mü? Son bir haftada yaklaşık 100 kişiye bu soruyu sormuşumdur. Klasik kitap tanımları şöyle söylüyor; "Doğuştan, doğum sırasında veya doğum sonrasında en az bir uzvunu veya en az bir uzvunun işlevini, bir yetisini kaybetmiş birey.". Peki bu tanım doğru mu? Yani bütün mesele bireyde mi? Toplumun, yasaların, kültürlerin, inançların, cehaletin vs. hiç etkisi yok mu bu sakatlık mevzusunda? Evet yürüyememek, görememek, duyamamak gibi özellikler bireyin kendisindedir, ancak yürüyemeyen birinin merdiven çıkamaması ne kadar bireyin, ne kadar o merdiveni yapanların suçudur? Meseleyi merdiven örneğine sıkıştırmak gibi bir niyetim yok, algılaması basit olsun diye bu örneği verdim. Şimdi bu örneğin üzerine; "Bütün şartlar uygun olsaydı, senin yürüyememenin, olmayan bacaklarının veya farklı görüntünün insanlar üzerinde etkisi olmayacak mıydı?" gibi sorular sorabilirsiniz. Sormanız beni mutlu eder. Çünkü verebileceğim cevaplar var. Mesela; Evet! Tabi ki benim farklı görüntümün insanlar üzerinde etkisi her zaman olacaktır, hatta benim üzerimde de olacaktır. Ama bu farklılık işlevsel açıdan herhangi bir bireyin boyunun uzun olmasından, göbekli olmasından, bıyıklı olmasından, burnunun yamuk veya kulaklarının kepçe olmasından farklı değil. Yani populasyon içinde alışılagelmişin dışında bir görüntüye sahip olmak, aslında sadece alışılagelmişin dışında bir görüntüye sahip olmak anlamına gelebilir. Hatta bunu bilinçli bir şekilde isteyen pek çok insan da var. Farklı olma çabası, günümüz gençliğinin en populer çabalarından biri değil midir ki? Yani bu farklılıklar insanlara zarar verecek boyutlara da gelse insanlar artık hiç düşünmeden rahatça saçlarını boyatıyor, vücutlarını bilhassa yüzlerini deldiriyor, dövmeler yaptırıyor, sigara ve farklı maddeler kullanıyor... Dolayısıyla bireydeki farklı görüntüler ve izlenimler sadece bireyin kendisini ilgilendirir ve bunlar bir eksiklik, bir dezavantaj oluştursa bile bilinçli yapıldığında bireyi daha güçlü motivasyonlara yönlendirebilir.

 Şimdi siz diyorsunuz ki; "Kardeşim, bak sen yürüyemediğin için biz sana engelli diyoruz. Yürüyememek benim mi problemim? Toplumun mu problemi? Yasaların mı? Hayır. Senin problemin, yürüyebilseydin engelli de olmazdın. Bunu neden uzatıyorsun ki? Kabullensene."   Bu düşünceye cevap vermek için bire bir uğraşmam. Ancak zahmet edip de bu yazıyı okuyanlar için yazmak istiyorum. Bu tarz düşüncelere en güzel cevabı verebilmek için önce bilgiyle desteklemek gerekir. Bahsettiğim bilgi, sakatlık mevzusunun tarihiyle başlıyor. Yani şu sizin engellilik dediğiniz mevzu ilk ne zaman ortaya çıkmış, ilk kimlere, neden nasıl engelli denmiş bir ona bakalım. Sonra da şu kelimelerle ilgili bir kaç yorum yapalım ki, kafalar rahatlasın. Ben şimdilik sakatlık demeyi tercih ediyorum, birazdan açıklayacağım nedenini.

Sakatlığın Tarihi:

Tıpkı yukarıda yazdığım düşüncede de var olan bir gerçek var, her populasyon içinde doğuştan veya sonradan edinilmiş farklılıklara sahip bireyler mevcuttur. Hayvanlarda, bitkilerde, insanlarda... Yani ilk insanlarda ve hayvanlarda da sizin engelli dediğiniz bireyler vardı. Ve muhtemelen doğada böyle yaratıkların yaşama ihtimalinin de düşük olduğunu düşünürsünüz. Yaklaşık iki yıldır bu konu üzerine bulabildiğim bütün kaynakları okudum. Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki; böyle yaratıkların yaşama ihtimali, diğerlerine göre daha fazladır. Özellikle sürüler halinde yaşayan sosyal canlılar arasında bu tip farklılıkları olanlar tam anlamıyla cenneti yaşıyorlarmış. Sürü onların etrafında kalkan oluyor, yemeği ilk onlar yiyor, ava çıkmıyorlar, sorumluluklarından uzak rahat bir hayat yaşıyorlar.

Tarihte günümüze gelene kadar yaşamış bilinen toplumlara baktığımızda sakatlık algısının  günümüzden çok farklı olduğunu görebiliyoruz. Mesela antik yunanlılar, bu tip farklılıkları olan insanları üretime dahil etmek ve toplumsal saygınlıklarını korumak adına, iki bacağında da problem olan sakat bir tanrı icat etmişler ve bu tanrı  (hephaistos) diğer tüm tanrıların kullandıkları aletleri üretmiş (Zeus'un asasını, Eros'un okunu vs). Orta çağa kadar bu konularda pek fazla kaynak bulunmasa da, sakatlığın algısı genellikle ters giden bir şeyler olduğuna işaret ediyor. Yani tanrının cezası, kızgınlığı veya sağlıksız insanlar. Bazı toplumlarda doğuştan farklılıklara sahip olan bireyler hemen öldürülüyor ama böyle toplumlarda bile, doğar doğmaz hemen anlaşılamayacak farklılıklara sahip olan insanlar olduğundan ve savaşlarda insanlar bazı uzuvlarını kaybedebileceklerinden, her toplumda bu farklılıklara sahip insanlar sürekli olmuştur. Antik roma'da özellikle savaşta bir uzvunu yitirenlerin, ama bununla beraber doğuştan gelenlerin de, devletten maddi yardım aldıkları biliniyor.

Sakatlığın günümüzdeki algısının temelleri ise, onsekizinci yüzyılın başlarına dayanıyor. Aslında tüm bunları 12.-13. yuzyıllardan başlayarak açıklamak daha doğru olur ama kısaca anlatmak gerekirse, avrupadaki sanayi devrimi sonrasında kapitalizm de yavaş yavaş kendini benimsetmeye başladı. Sonrasında insan, iş gücü, emek ve alın teri de bir para karşılığı görmek zorunda kaldı. İş gücünün karşılığı başta insanlara ve yapılacak işlere göre olarak, pek çok açıdan değişkenlik göstereceğinden, insanı bazı norm kalıpları içine yerleştirmek gerekliydi. Böylece norm kalıplarına sığan, normal insanlar için bir değer biçilebilecekti. İnsanların norm kalıpları içerisinde düşünülmesi, normların dışında kalan insanların günümüze kadar ve belki de yüz yıl sonrasını bile kapsayacak sorunlar yaşamasına, dünyanın cehennem olmasına sebep oldu. Tüm yollar, şehirler, binalar ve aklınıza gelebilecek tüm yaşam alanları normal insanlar için, normal insanlar tarafından üretildi. İnsanların makineler olarak algılandığı, 1930'lara kadar uzanan yönetimde klasik dönem, sakatlığın günümüzdeki algısının temellerini atmıştır.  "Klasik dönem: Taylor, Fayol, Weber, vb. uygulamacı ve düşünürlerin temsil ettiği 1900’lerdeki klasik yaklaşıma göre üretkenlik ön plandadır ve insanlar makinenin birer parçasıdırlar."


Sakatlığın tarihinden şimdilik bu kadar bahsetmek yeterli. Günümüzde alt kademe çalışanların yaptığı işlerin basit olmasına, fiziksel çaba gerektiren işlerin giderek azalmasına da dikkat edecek olursak, insanı insan yapan özellikleri de göz önünde bulundurduğumuzda, norm kalıplarına hiç gerek olmadığını anlamamız hiç zor olmamalı. Yani her işin kendine has belli yeterlilik seviyesi olacaktır fakat bu sadece o işi yapacak olanları ve o işi yönetecek olanları ilgilendirir. Yani mesele yine tüm toplumun hemen her fırsatta birilerine eksik-engelli demesini haklı çıkartacak bir boyutta değil. 

Şu kelimeler, ne kadar kafa karıştırıyor değil mi? Önceleri sakat vardı, sonra özürlü ve şimdi de engelli. "Kimse mükemmel değildir." Nosyonunu göz önünde bulundurduğumuzda, aslında herkesin bazı eksiklikleri odluğunu anlayabiliriz. Ancak bu eksikliklerin bazıları toplum tarafından dışlanmalara maruz görülmüş, ve bu dışlamalar da yasalar tarafından (yaptırımsız kaldığı için) desteklenmiştir. Yani kimse mükemmel değilse, engelli de yoktur. Ben veya bir başkası yürüyemediği için, teknolojinin nimetlerinden tekerlekli sandalye gibi araçlarla faydalanmak istediği için, tüm toplumsal yaşantıdan soyutlanıyorsa, eğitim hakkı elinden alınıyorsa, ulaşım hakkı, ibadet etme hakkı, tuvalete gitme hakkı, hukuksal hakları ve hatta vatandaşlık hakları dahil, tüm haklarına bazı eksiklikleri yüzünden tecavüz(!) edilebiliyorsa, ve bu ötekileştirmenin, bu dışlamanın bir adı olacaksa, bu isim en ağırı olmalı.  Yani herkes en az bir diğeri kadar kusursuz ve bir başkası kadar kusurluysa, kusur da üstünlük de tüm insanlarda eşittir. Ancak görülen ve anlaşılan kusurları için insanlara sıfat takılacaksa, insanlar bu kusurlarıyla fişlenecekse, bu kelime engelli de olsa, sakat da olsa, gül de olsa, mis kokulu papatya da olsa bir süre sonra rahatsız edecektir. İşte tam da bu yüzden bu kelimeler sıklıkla değiştiriliyor. Bana sorarsanız kesinlikle böyle bir dışlamanın adı en ağır şekilde konmalı ve değiştirilmemelidir.

Doğuştan sakat bir birey olarak, yirmiiki yaşıma gelene kadar çok mutlu yaşadım. Eksikliğimin farkında bile olmadım çoğu zaman. Eksik olduğumu, sakat olduğumu kabullendim ve insanların da bu şekilde seslenmesine ses çıkartmadan, onları sürekli şaşırtarak daha da mutlu oldum. Sakat olduğumu kabullendiğim zamanlarda, dış çevreyle de iletişim problemleri yaşamadım. Şimdi sakatlık kavramına karşı duruyorum. İnsanların kıyaslanmasına da karşıyım ancak bana sakat diyenler kendileriyle kıyaslamalı, istedikleri herhangi bir açıdan. Okuduğum üniversiteye üstün başarılı milli sporcu olarak girdim fakat engelli öğrenci olarak tanımlanıyorum her fırsatta ve herkes tarafından. Otomobilimi herkes gibi galeriden 0km bileğimin hakkı, anlımın teri olan parayla aldım fakat üzerinde engelli plaka var. Toplum içerisinde sürekli diğer arkadaşlarımdan farklı kapılardan geçmek, farklı prosedürleri takip etmek zorundayım. Eksikliğimin herhangi bir insandan daha fazla olmadığını biliyorum ve Ciğeri beş para etmeyen insanların göğsünü gere gere sağlam sıfatıyla dolaştıkları bir dünyada bana hemen her fırsatta her alanda her yerde engelli denmesini kaldıramıyorum. Ve bu ciğeri beş para etmeyen insanlar, engelliliği bir vicdan meselesi olarak gösterip bu mesele üzerinden iyi niyetli insanları kullanarak hırsızlık yapıyor. Ve malesef iyi niyetli insanlar da bunlara inanıp bana ve benim gibilere engelli demeye devam ediyor.



21 Aralık 2012 Cuma

Yürek meselesi

Ciğeri 5 para etmez insanların "SAĞLAM" sıfatıyla ortalıkta göğsünü gere gere dolaştığı bir dünyada, bulunduğum en alakasız konumda olsam bile "SAKAT" veya daha yumuşak olduğu düşünülen başka bir sıfatla, "EKSİK" anlamında ötekileştirilen ve dışlanan insanlardan olacak olmam, işte tam olarak bu beni deli ediyor.

Ayrıca aynı dünyada "SAĞLAM" sıfatıyla ortalıkta göğsünü gere gere dolaşan ciğeri 5 para etmez insanların, gerçek "SAĞLAM" insanların iyi niyetlerini ve yardım etme güdülerini , fiziksel veya ruhsal farklılıklarından dolayı hemen her fırsatta "SAKAT" veya daha yumuşak olduğu düşünülen başka bir sıfatla "EKSİK" oldukları vurgulanan insanlar üzerinden sömürmelerine ve ceplerini bu insanlara yardım edecekleri vaatleriyle doldurmalarına katlanamıyorum.

Son olarak gerçek "SAĞLAM" dediğim, iyi niyetli ve ahlaklı insanların, bu ciğeri 5 para etmez insanları bırakıp, fiziksel veya ruhsal farklılıkları olan insanlara "SAKAT" veya daha yumuşak olduğu düşünülen başka bir sıfatla "EKSİK" olduklarını vurgulayan sıfatlarla dışlamasına ve bu dışlamayı göremeyip, ciğeri 5 para etmeyen fakat "SAĞLAM" diye nitelendirilen, çıkarcı,kurnaz,dolandırıcı ve ahlaksız insanlara bu dışlamayı giderecekleri veya giderme yolunda iyi işler yapacakları konusunda inanmalarına anlam veremiyorum.

Saygılarımla, Haktan.

24 Kasım 2012 Cumartesi

Gölge etme başka ihsan istemem!




Ben 22 yaşındayım, hiç yürümedim hayatımda, hiç yürümeyeceğim. Yürümek, adım atmak, basmak, sıçramak, zıplamak nedir bilmiyorum. Bu kelimeleri duyduğumda, en uzak olduğum bir bilim dalının hiç bilmediğim terminolojisinden bir kelime duymuş gibi oluyorum. Ya da farklı bir dilden, anlamını bildiğim fakat cümle içinde kullanamadığım bir kelime duymuş gibi…
İnsanların bana sordukları ilk soru genellikle “Doğuştan mı?” oluyor. Bunu yadırgamıyorum. Hatta çekinen insanlar oluyor sorarken, rahatlatmaya çalışıyor, bazen onlar daha sormadan cevap veriyorum. Ama ne yazık ki cevap rahatlatmıyor. Sormaya devam ediyorlar… Onları yadırgamadığımı söyledim, ama anladığımı düşünmeyin. Gerçekten anlamıyorum. Benim doğuştan olup olmamamdan ne gibi bir sonuç çıkartmak istiyorlar? Ne gibi sonuçlar çıkartıyorlar? Bir düşünelim…
Verdiğim cevap, tabi ki tahmin edebileceğiniz gibi, doğuştan. Ufak bir tebessümle veriyorum bu cevabı, sorunun sahibi kendini kötü hissetmesin, beni üzdüğünü düşünerek diye. Ama ne kötü hissetmesi, insanlar beni teselli ediyorlar yahu! Doğuştan sahip olduğum, ve gerçekten sahip olmaktan çok mutlu olduğum bir beden, bir yaşam tarzı için beni teselli ediyorlar. Yani düşünün, bir aileniz var sizin, her anlamda mutlusunuz düşünün. Ve karşınıza çıkan her iki insandan en az biri sizi bu aileye sahip olduğunuz için teselli etsin. Veya doğduğunuz ve orda doğmaktan mutlu olduğunuz, gurur duyduğunuz coğrafya için sizi teselli etsin?
Hadi diyelim ki benim böyle bir bedenden, böyle bir yaşantıdan mutlu olduğumu söylemem zorlama bir cevap. İyi de bundan kime ne? Hem insan doğduğundan beri sahip olduğu bir şey için teselli edilir mi? Gerçeği söylemek gerekirse, Siz iyiliksever, masum insanlar hatırlatmasa, biz bu bedenin zorluklarını ve kötü yanlarını hiç fark etmeyeceğiz bile. Ben 22 yaşındayım. Hiç yürüyemedim, yürümenin ne demek olduğunu, ne işe yaradığını ve nasıl bir his olduğunu bilmiyorum. Aslında yürümeye dair hiçbir şeyi teoriden öte bilmiyorum. Bilmediğim bir şeyin eksikliğini de hissedemem değil mi? Yani siz, kanatlarınızın olmamasının eksikliğini ne kadar hissedersiniz? Veya bir devekuşu uçamamanın eksikliğini?
Tamam teselli etmek gereksiz bir davranış, ama bunu yapmanın ne zararı olur ki? Alt tarafı hayatın güzelliklerine dair birkaç cümle laf ettik, o da sevdiğimizden, iyilik olsun diye ettik yani. Bir de üstüne borçlu, üstüne haksız, hatta bir de üstüne (bunca eleştiriyi hak eden) kabahatli mi çıktık? Evet, canım kardeşim tam da öyle çıktınız. Sizin bana yakıştıramadığınız, kötü, ezik, istenmeyen, çürük olduğunu düşündüğünüz beden, aslında hiç de öyle olmayabilir değil mi? Kötü yanları varsa da bunları gözümüze sokmak zorunda mısınız? Yani evet diyelim dediğiniz gibi kötü bir durum olsun bu bana dikte ettiğiniz sakatlık, bunu gözüme sokarak ne gibi bir kazanım elde etmeyi düşünüyorsunuz?
Sonuç olarak siz her ne kadar başınıza gelmesini asla istemediğiniz, ama başınıza gelme ihtimalini de unutmak istemediğiniz bir durum olarak görseniz de, özellikle böyle doğan insanlar sizin gibi düşünmüyor. Yani tam da sizin de sözde ispatlamaya çalıştığınız gibi, böyle bir beden ve böyle bir yaşam tarzıyla da gayet mutlu olunabilir. Tekerlekli sandalye kullanmaktan, bisiklet kullanmak kadar –belki de daha fazla- zevk alınabilir. Böyle doğmanın avantajları keşfedilebilir, keyfi çıkarılabilir. Sen gölge etme, bunu gözümüze sokma ve bununla ilgili fikirlerini kendine sakla yeter.

Ha son olarak, Engelli diye insanların fişlenmesine, eşitsizliğe, ötekileştirilmeye son vermek adına bir şeyler yapmak istiyorsan, bu şekilde fişlenen insanlarla arkadaş ol. Onları daha yakından tanı ve gerçek sorunlarını algıla, bunlar üzerine düşün, çözümler üret veya var olan çözümlere katıl. Hadi sana güzel bedeninle mutluluklar… 

9 Eylül 2012 Pazar

Sağlamlık, Sağlamcılık ve Sağlam İnsan Üzerine




Duymaktan en çok rahatsız olduğum sözlerden biridir ama siz bunu övgü cümlesi olarak kullanmayı pek seversiniz. Ya da sevip sevmemeye bağlı olmadan ağız alışkanlığı olarak çok kullanırsınız. “Sağlam insanların bile yapamadıklarını yapıyorlar, helal olsun!” veya “Eli ayağı tutan sapasağlam insanlar yatıyor, şu adamların yaptıklarına bak” ve bu mantıktan türemiş cümleler. Şimdi sormak istediğim bir soru var, Sağlam insan kimdir? Neye göre sağlam insan deriz?
Her insan, çevresinde bulunan veya etkileşimde olduğu diğer tüm insanları değerlendirmeye çalışır. Her insan bir diğerini değerlendirirken, kendi öznel ölçeklerini kullanabilir. Bunlar en genel hatlarıyla;  - Bize karşı davranışlarına göre- Bazı kritik olaylardaki (durumlardaki) seçimlerine göre- Ahlaki değerlerimize göre- Dış görünüşlerine göre - Fiziksel özelliklerine göre-Irklarına göre- Yaşadıkları coğrafyaya ve kültürlerine göre- Çocukluklarına ve ailelerine göre- Mesleklerine ve kazandıkları paraya göre - Dünya görüşlerine göre- Başkalarına karşı tutum ve davranışlarına göre (genel)- Kişilik özelliklerine göre- Hayata bakışlarına göre- Öz saygılarına göre- Arkadaş çevrelerine göre- Bunlar benim farkettiğim ve zaman zaman farkında olmadan veya bilinçli olarak kullandığım değerlendirme açıları. Ancak biz şu yukarıda rahatsız olduğumu belirttiğim cümleleri kullanırken, insanları sadece ve sadece fiziksel özelliklerine göre değerlendirmiş oluyoruz. Yani tüm bu değer verme kavramlarımızı unutup, insanları sadece etten kemikten yaratıklarmış gibi sıfatlandırıyoruz.
Hiç düşündünüz mü “sağlam” insan ne demektir diye? Eminim düşünseydiniz, bu cümleleri kurmazdınız. Çünkü bir insana sağlam diyebilmek için sadece etine buduna değil pek çok özelliğine bakmak gerekir. Mesela, ilim irfan sahibi olmak gibi bir deyimimiz var bizim. Yani neyine bakıyor? Eğitim durumuna, düşüncelerinin olgunluğuna ve ahlakına. Ahlak üzerine sayfalarca yazılar yazılmış, tarihteki neredeyse tüm filozofların üzerine düşünüp bir şeyler söylediği bir kavramdır. Ahlak, bana göre en güzel tanımıyla, insanın doğru olanı yapıp, yanlış olandan kaçınmasıdır. Bu doğruyu ve yanlışı belirleyen şeyler ise; Kişinin yaşadığı coğrafya, dini inançları, ailesi, çevresi, yetiştirilme biçimi gibi pek çok nedene bağlıdır.
Günümüzde kapitalist sistem artık iyice hükmünü dikte ettirdiğine göre, para günümüzün en önemli ölçme ve değerlendirme aracı olarak öne çıkıyor. Çok para kazananlarla az para kazananlar arasındaki uçurum, yaşam standartlarını ve kalitesini farklılaştırıyor. Menfaate dayalı ilişkilerde ilk sakınılan şey ise para. Parası az olan insanlar, parası çok olanlardan diğer tüm özellikleri ne kadar üstün olursa olsun, daha kötü bir hayat yaşıyor. Dolayısıyla günümüzde parası olan ve çok para kazanan insan, diğerlerinden çok daha sağlam.
Sağlamlık kavramını daha iyi anlamak için tarihte iz bırakmış insanlara bakalım.( Ama öncelikle şunu belirtmeliyim ki, kimse mükemmel değilse, mükemmel insan yoktur. Mükemmel insan yoksa herkesin bir eksikliği vardır. Herkesin bir eksikliği varsa engelli insan yoktur. Ancak insanları engelli diye ötekileştirmek, dışlamak, 21. Yüzyılın halen aşamadığı büyük bir sorundur.) Tarihte iz bırakmış insanlardan bazıları; Bethoowen (sağırdı), Einstein (9 yaşına kadar konuşamadı), Edison, Hawking, Socrates liste daha uzar gider, Hiçbiri koluyla bacağıyla gözüyle kulağıyla oralara gelmedi ve dünyayı ileriye götüren ne varsa, bugüne kadar ne yapılmışsa, sizin sakat dediğiniz insanlar da bunu yapabilir veya bir pay sahibi olabilir.
Yani sağlamlık aslında üzerinde düşünürseniz aslında hiç de kola, buda veya herhangi bir uzva bakan bir şey değil. Sağlamlık pek çok açıdan bakıp hepsinin ortalaması alındığında karar verilmesi gereken bir kavramdır. Yani siz şimdi bir engelli sporcu veya engelli bir çalışan gördüğünüzde onun hakkında ileri geri yorumlar yapıp, sağlam olmadığını ima ederek aslında övmek isterken aşağılıyorsunuz. Oysa belki o sizden her anlamda daha sağlam. Özellikle engelli sporculara baktığınızda, sıradan bir insanın tüm kaslarının gücünü ölçersek, engelli sporcuların çalışan kasları daha az olmasına karşın, sıradan insanın tüm çalışan kaslarından birkaç kat daha kuvvetli ve sağlam olabilir. Yani tam da sizin sağlam olmadığını ileri sürdüğünüz gerekçede bile, bir uzvu olmayan veya olup da eksik çalışan bir insan sizden daha sağlam olabilir.

Şimdi diyebilirsiniz ki; “Kardeşim, tamam iyi diyorsun hoş diyorsun da, sakatlık geniş bi kavram. Zihinsel engelliler var, onlar da bu kavramın içine giriyor, onlara nasıl sağlam diyelim?” Şöyle ki; Bugün her hükumet veya yerel yönetim kendi kadrolaşmasını en alt basamağa kadar fazlasıyla sağlamaya çalışıyor. Bunun doğruluğunu tartışmıyoruz. Ancak; Kadrolaşmaya giderken, sadece tanıdık olduğu için bile hiç alakası olmayan insanları kadrolu memur olarak işe alıyor. Günümüz Türkiye’sinde, alt kademe pek çok memurun yaptığı çok basit işler var. Mesela bir mühür basmak. Mesela bir temizlik yapmak, çay yapmak, mesela, fotoğraf kesip forma yapıştırmak… Liste uzar gider. Benim düşüncem; Zihinsel engeli var olan insanların sadece pek azı çok ağır bir yeti yitimine sahiptir. Çoğunluğu bu saydığım işleri, şu an yapanlardan daha iyi yaparlar. Çünkü; Kaytarmayı akıl edemezler, rüşvet almayı düşünemezler, inisiyatif kullanamazlar, kimse onlardan görevi kötüye kullanmalarını bekleyemez, yalan söyleyemezler, kimse onlardan görevlerinin dışında bir şey de istemez. Yani bir anda aklıma gelen bu kadar avantajları var , topluma entegrasyonu en ağır gibi görünen engel grubunun bile. Bugün şu an şu saydığım işlerini, saydığım kadar layıkıyla yapamayan her insan sağlamsa, gerçekten engelli diye bir şey yoktur.
Şimdi sağlam insan üzerine bir daha düşünmenize yardımcı olabilmişimdir inşallah. Okuduğunuz için teşekkürler. Ve bu konuda daha ayrıntılı düşünmek isteyenler; http://www.sakatlikcalismalari.net/2012/04/saglam-kulturu.html şu yazıyı da okumalarını tavsiye ederim.
Saygılarımla, Haktan Özünver